Hasan TAHSİN

1919 yılı, Türkler açısından kara günlerin yavaş yavaş renk değiştirmeye yeltendiği ama davetsiz misafirlerimizin, “boşuna ümitlenmeyin, bu muhteşem güç karşısında debelenmek nafile, başaramazsınız” nidalarının yükseldiği bir sürecin başlangıcı olmuştu.

İşgal altındaki İstanbul’un Osmanlı hanedanı ise, davetsiz misafirlerinin tavsiyesine, “haklılar” mantığı ve “aman boş yere kan akmasın” basiretiyle yaklaşıyordu.

Ama işgalin selle gelen kirli suları, sinsice İstanbul sokaklarında yerini alarak, ahtapotun kolları gibi, İstanbul’un bayram yapan çoğu azınlığının dışında, sarıp sarmalıyordu önüne geleni… Zor günlerdi vesselam…

Daha önce hiç hesapta olmayan sinsi bir ortaklık planı, mayıs ayında bomba gibi patladı. İngilizler, Yunanlıları eski vatanları Anadolu topraklarını işgale ve oradan da İtalyanları saf dışı bırakarak, kendilerine paye çıkartmayı hedeflemişlerdi.

15 Mayıs 1919’da, Yunan birlikleri İzmir’e çıkacaktı. Buraya kadar her şey zor da olsa sindirilmeye başlanmıştı, ama Yunan öyle miydi ki! Yunan işgali düşüncesi bile, Türk milletine mide spazmları geçirtecek türdendi.

Bu haberle, İstanbul başta olmak üzere Anadolu’nun her yeri, dokuz şiddetindeki deprem gibi sallanmaya başlamış, sanki arı kovanına birdenbire çomak sokulmuştu.

O felaket günlerini, yazar Halit Payza, “İşgal ve İsyan” adlı romanında şöyle dile getiriyor:

İzmir, 15 Mayıs 1919, Perşembe, “İşgal” 15 Mayıs sabahı, güneşin her zamanki gibi doğduğu söylenir. Bu, doğru değil… 15 Mayıs Perşembe günü doğan güneş, kara bir güneştir, aydınlatmaz, ısıtmaz. İzmirlilerin yürekleri buz gibidir ve doğan güneşin ışıkları, karanlık düşünceleri dağıtmaktan yoksundur.

İzmir o gece hiç uyumadı, İzmirliler, geceyi uyanık ve korkulu bekleyişle geçirdi (…). Dün gece Maşatlık’ta yapılan toplantıdan Konak’a inenler, evlerine uğramadan Kemeraltı’ndaki, Konak’taki kahveleri, tedirgin bir bekleyiş içinde doldurdular. Katılanlar katılmayanlara, Maşatlık’ta olanları anlatıyorlardı. Gözler çoktan, rengini yitirmiş körfezin dalgın sularına çevrilmiş.

Uzun menzilli silahları karaya çevrili, dev tabutları andıran savaş gemileri oradalar. (…) Kafalarda, herkesin yanıtını aradığı tek soru, gerçekten de Yunan’ın İzmir’e asker çıkaracak olup olmadığıdır.

Şu önlerinde uzanıp giden sahil, Yunan askerlerinin çizmeleri altında çiğnenecek mi? Yunan daha gelmeden vahşeti, dehşeti gelmiş, İzmir’i, işgalden önce işgal etmiş.

Ortalıkta tek bir Osmanlı askeri gözükmüyor. İşgal kuvvetleri tarafından özellikle İzmir’e tayin ettirilmiş Padişah’ın Valisi İzzet Bey’in emriyle, onun dümen suyunda hareket eden Kolordu Komutanı Ali Nadir Paşa, askerlerin kışlaya çekilmesi talimatını vermiş. Kolordu komutanı, tek kurşun bile atmadan İzmir’i teslim etmeyi kabullenmiş. (…)

Bileğinde, nabzı gibi tıkır tıkır işleyen saate baktı Hasan Tahsin. Koyu renkli takım elbise giymişti. Kordonboyu’nda sevinç çığlıkları atan, “zito” (yaşa) diye bağıran, ellerinde Yunan bayrakları ve rengârenk çiçeklerle askerleri karşılamaya çıkan on binlerce Rum’dan uzak durmaya, kimsenin dikkatini çekmemeye, kimsenin gözüne batmamaya çalışıyordu.

Kalabalığın da onla ilgilenecek zamanı yok. Yerinde duramıyor, bayrakları sallayıp, “Zito Venizelos” diye bağırarak birbirine sarılıyorlar, sevinçle havaya sıçrıyorlar.

Kordonboyu Pasaport İskelesi’nden, Punta’ya kadar uzanan kalabalıktan, kulakları sağır edecek kadar korkunç bir uğultu yükseliyor: Rumların İzmir’i işgal edecekleri haberi, salı günü Aya Fotini Kilisesi’nde, Yunan Albayı Mavrudis tarafından ayinde duyuruldu.

İki gündür Rumlar ve Ermeniler bayram yapıyorlardı. (…) Karaya ayak basan ilk Yunan taburu, Albay Zafiriu yönetiminde; Hükümet Konağı, kışla ve Kokaryalı (Güzelyalı) yönüne, Karantina’ya doğru ilerlemeye başladı.

Hasan Tahsin, şaşkın kalabalığın arasında kendisine yol bularak, sıyrılıp öne geçti. Belinden revolverini çıkardı. Basile Delaris, alayın bir ucunda, Jorj Papakostos hemen arkasında, kalabalıktan sıyrılarak öne çıkan, koyu takım elbiseli adama şaşkınlıkla baktılar. Coşku mu tehdit mi anlayamadılar.

Osmanlı Hükümeti, tek bir silahın bile atılmayacağının garantisini vermiş, İzmir’e tel emri iletmişti. Basil ve Jorj, yılışık bir ifadeyle gülümseyerek ilerlerken, Hasan Tahsin’in revolverinden ilk kurşun, hızla dönerek, namlunun ucundan ileri fırladı.

İlk kurşun, Yunan bayrağını taşıyan sancaktarı buldu. Asker yere yuvarlandı, bayrak, onu taşıyanla birlikte kalabalığın ayakları altına fırladı. Sesler bir anda kesildi. Metropolitin mırıldandığı dua, dudaklarda donakaldı.

Hasan Tahsin, ikinci kez tetiğe dokunduğunda, ikinci kurşun, ilkini izleyerek fırladı, Albay Zafiriu’nun atını tutmakta olan seyis, atın ayakları arasına cansız yuvarlandı. At irkilerek, ayakları altına yuvarlanan seyisi ezmemek için şaha kalktığında, Albay Zafiriu, dengesini yitirip, neredeyse düşecekti. Daha neye uğradıklarını anlamadan, Hasan Tahsin’in silahından çıkan üçüncü ve dördüncü kurşunla Jorj ve Basile, önlerindeki Evzon askerlerinin üzerine cansız yuvarlandılar.

Kimse böyle bir direniş beklemiyordu. Bu şaşkınlık süreci içinde Hasan Tahsin, revolverdeki kalan kurşunları, alayın üzerine boşalttı. İlk şaşkınlıkları geçen Evzon askerleri, kalabalığa karşı rastgele sıktıkları kurşunlarla karşılık verdiler. Serseri kurşunlarla vurulanlar yere yuvarlandı.

Hasan Tahsin, silahındaki kurşunları boşalınca, çevik bir devinimle geriye doğru sıçradı. Askerî Mahfil’e çıkan sokağın başına kadar hızla koştu. Koşarken bir yandan da silahını doldurmaya çalışıyordu. Sokaktan çıkan bir kadının önünde durdu. “Anne,” dedi, “bunlar son kurşunlarım, onları da harcayayım. Sonra sen ahirette, bu yaptığıma şahit ol!” Geri döndü, tetiği çekmek üzereyken sarsıldı. Acıyı hissetmedi. Revolverin tetiğini, kurşunlar boşalıncaya kadar çekmeyi sürdürdü. Beş Evzon daha yere yıkıldı. Şarjörü boşalan silahtan, mekanik bir çatırtı duyumsandı. Hasan Tahsin, dizlerinin üzerine çöktü, gözleri karardı, yere yuvarlandı. Üzerine onlarca Evzon aynı anda hücum etti. Ellerindeki tüfeklerin ucunda parıldayan süngüleri, yerde gözleri açık, cansız yatan Hasan Tahsin’in incecik gövdesine kaldırıp indirdiler. İşleri bittiğinde Hasan Tahsin tanınmayacak biçimde, bir kan gölünün ortasında devinimsiz yatıyordu.

İstiklal şehidimiz, kahramanımız Hasan Tahsin’in, bilerek, isteyerek canını seve seve feda ettiği, düşmana sıktığı “ilk kurşun” ve ardından gelenler… İşte bu!… Gerçek bir vatanseverlik ve kahramanlık öyküsü… Hepsini saygıyla anıyorum.

15 Mayıs 1919, İzmir’in Yunan ordularınca işgali, tüm ülkenin yüreğine kor ateş gibi düşmüş, silahsız, savunmasız binlerce çocuk, kadın, erkek ya şehit edilmiş ya da gazi bırakılmıştı. Bu, tarifsiz bir acıydı. Öncekilere, İngiliz, Fransız, İtalyan’ınkilere hiç benzemiyordu…

Onlar, yakında bu zorlu, hırçın topraklardan önünde sonunda çekip gideceklerdi nasılsa. Ama Yunan öyle miydi ya! Yunan, Türkler için, sıradan değil, bir başka düşmandı…

Halide Edip ADIVAR

Anadolu’nun Ege’sindeki Güzel İzmir’de başlayan isyan, dalga dalga ülkenin her köşesine yayılarak genişliyordu.

İstanbul ayağa kalkmış, mitingler ardı ardına yapılıyor, kıyametler kopuyordu…

Bu mitinglerin en görkemlisi ise, 23 Mayıs 1919’da başlayıp, 13 Ocak 1920’ye kadar dört defa tekrarlanan Sultanahmet mitingleriydi.

İlkine, 15 Mayıs 1919’da 150.000’e yakın vatansever katılmış, Mehmet Emin Yurdakul, Halide Edip Adıvar, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Rıza Hur, Selim Sırrı Tarcan, İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Fahrettin Hayri Bey, Kemal Mithat, Şukufe Nihal Başar ve İstanbul’dan bir Fransız vatandaşı Madam Jeannine, toplanan halka, işgallere karşı halk direnişini teşvik eden konuşmalar yapmışlardı.

Konuşmacılar içinde bulunan üç hanımdan birisi Halide Edip Adıvar ise, Türk tarihine adını altın harflerle yazdıracaktı. Çünkü o, Türklerin tarih serüveninde ilk “hanım” konuşmacıydı. Muhafazakâr İslam toplumunda, meydanlarda ilk defa Osmanlı Türk kadınının sesini duyuran bir önder, yiğit bir lider olmuştu.

Sultanahmet mitinginde, Halide Edip Adıvar Hanım’ın, ağlayarak, katılımcılara ettirdiği yemin ise: “Türkiye’nin istiklal ve hayat hakkını alacağı güne kadar hiçbir korku, hiçbir meşakkat önünden kaçmayacağız. Yedi yüz senelik tarihin ağlayan minareleri altında yemin ederiz!”

 Yukarıdaki yazılar İlhan KÜÇÜKBİÇMEN’in “ANADOLU’DA BİLİMİN AYAK İZLERİ” adlı yapıtından alıntıdır.

NOT: Dilerseniz FACEBOOK sayfama “kısa Mesaj” atarak duygu ve düşüncenizi iletebilirsiniz.